ŞİİR DEFTERİ



Gül Nazarı
ağlar kendine doğru koşan atlar
bir gülü öpmüş gibi yanağından
dudağında kırmızı yokuş
yaşlı zamana uzayan…
annemin ardına saklanan sabahlar
o ki yeryüzüne bırakılmış bumerang
bacaklarıyla kara bir atı bekler
-kime söylediysem bunu
bir bulut gibi indirdi sırtındaki göğü-
sevilmeye yatan bir ormanın aralığından
göğe eriyen ırmak
taşmak için
kadından doğma bir atı bekler
-kime söylediysem bunu
bir karabasan gibi gördü düşünü-
unutmuş olamaz!
kederli ve taşralı ruhların taşıdığı
kırılan o gölgeler bile yeter
kalbiyle suya gelin gidenleri ürkütmek için
tezgâhta ne var?..biraz söz biraz daha
-kime söylediysem bunu
bir kedi gibi yaladı ayaklarının sesini-
unutmuş olamam!
derindir
bir gülün bir güle seslenişi
(Ayna Yorgunluğu’ndan)
Trenlerin Ardından Koşan
Yalnız Köpekler ve Kadınlardır
nabzım… çok uluslu bir geçmiştir benim
saymalı! demirden ellerle
kurumadan mürekkebi
mevsimleri kapatıp giderken kuşlar
bin sus’un ardında dillenen cevap
nisanların da aldattığı
göçmeyen acılardan bana artan zaman…
o ne bilsin!
ben ki aşkla acıya soyunan
durmadan söze çalan keman
bir merdiven gibi unutulurum geceleri
ol kitap, ol naz, ol aşk
gibi kaplarım tersten kendimi
toplasın yüzümdeki gölü nilüferler
ve söylesin
kendini yalnız bir çocukluktan büyütenler
terk edilmek,
bütün çocuk arkadaşlar dağılınca evlere
beklemektir bir anneyi
uzadıkça acının boyu
boğulmuş bir sandala döndü dilim
uzlaştım günebakanlarla, gümüş şamdanlarla
vapurlarsa sallamıyor artık kalbimi
konuk olunmaz bir evin
en sarı odasında buldum acı denen nesneyi
sebeplensin şimdi sırtıma doğru uyuyanlar
acıyı bana bahşeden giz bir ölüme niyetlensin
mermeri tersten okuyan rüzgâr
ağulu yaprakları bunca sevsin…ne gerek!
yazdımsa aşk için
sustumsa aşk ve duvak
unutulmak için uyuyanlar ne bilsin!
geyiklerin ayaklarıyla inerim suya
yüzümü bir çömlek gibi sırlayıp
avuçlarınızda giderim kırılmaya
göçebe kelebekler gördüm…ne tuhaf!
koşarken ardından mordumanlı bir trenin
belli ki yaşamak için aşktı seçilen
tanrı’ya doğru koşan ağaçlar ne bilsin!
(Ayna Yorgunluğu’ndan)
Yazgısı Zar
Ve ben burada isteyerek
sarışınların arsızların ve kutsanmışların
tanrı eliyle pay edildiği bir yerde kaldım
zannettim ki korur beni
sureti yusuf yazgısı zar olan bilek
vakt ile anladım bir yanılgıydı ruhların kalbindeki ateş
ahh sevebilirmişim gibi bir ölüyü
cezalandırıldım sabrı ile o düşkünün
artık safirdim ve lanetlenmiş bir melek
ılık bir acıydı. Bunu zamandan çıkardım
buydu gölün kara niyeti
beklediler dilimdeki hüner tükensindi
yaktılar kandilini bilmezmiş gibi yaranın huyunu
büyüyordum o sırlı ağaçta yaranın kendi olarak
çok şey çözüldü ilkin ilmeği kalbimin
sonra bir rubai –gel dedi gövdemin içine
sen nasıl ki hâyalsin ve kalmayacaksın geriye!
istedim her şey olsun kalbimde yetmedi
bu kanat böyle derya içinde
sordum efkârı ile o meczup ağzın:
uçmak için bir bana mı dar geldi evren
Acelem Var!
Yarına hükmüm geçmez, heybemde azığım yok
Ecel pusuda bekler ve benim acelem var.
Karanlığın çiğ sesi kalkansız karşılanmaz
Çırpınır tutunacak dalı olmayan kuşlar
Benim de acelem var! ...
Yırtık bir paraşütle gökten atlamak olmaz
Toprak kucak açsa da düşmeden donar kanın.
Mum eriyip bitiyor, zaman deli bir rüzgâr
Son nefes ki takvimde hasatı ölü bir yaz
Ve benim acelem var! ...
Bir bineğim olsun ki rüzgârdan hızlı uçsun
Yeri göğe bağlasın som tevhid urganıyla.
Üstüme kar yağarken içimden tepsin bahar
Dost gönlümü ısıtsın yıldızlı yorganıyla
Benim ki acelem var! ...
Aynayı ayna yapan ışık ile gören göz
Tara kâküllerini çökmeden karanlıklar.
Kuş kafesten uçanda dövünmek neye yarar
Bir kez orman yanmasın neye yarar kül ve köz
Bundan ki acelem var! ...
Şeytanı karıştırma, hep sağlam pusat kuşan
“Biraz daha! ” diyenin avını uyku taşlar.
Yörük atlar aksamaz besmele göynüğünde
Son dergâhta yavaşlar
Ve benim acelem var! ...
Yarın için tapum yok, Hakk’tan gayri kapım yok!
Hamurum mayalandı ve benim acelem var! ...
Her şiirde ruhumu ateşlere veririm
Bir yandan balım akar, bir yandan torçum akar
Yüzü ak gitmek için bu günden acelem var! ...
Ağır Geliyor
Yaralı kuşumun kanadı
Dallara ağır geliyor.
Yere bassa ayağını
Yollara ağır geliyor.
Uzaktan gider bulutlar,
Çiçekken kurur umutlar,
Suna beklemek her bahar
Göllere ağır geliyor.
Nâçar, vurgun gönlüm nâçar,
Kurt kovalar, ceylan kaçar,
Ufuklar bir konar göçer
Çöllere ağır geliyor.
Yolcu yeler yeler yetmez,
Derdi olmayan kuş ötmez,
Hayattan şikâyet bitmez
Kullara ağır geliyor.
Vakti tırnakla kaşımak,
Kızıl alevde üşümek,
Yorgunlukları taşımak
Sallara ağır geliyor.
Sevda bana vurdu geçti,
Kıran geldi, kırdı geçti,
Desem ki ısırdı geçti
Yıllara ağır geliyor…
Ak Ellerim
Beş vakte yeşeren kutsal orman
Yaprak yaprak ellerim
Yapışmış aşk atının gök yelesine
Pamuk sularında ak-pâk ellerim…
Öylesine insan ve Müslüman ki
Öylesine dost, öylesine can ki
Ve öylesine yakın ki
Allah’a, adak ellerim…
Her sabah kaktığımda turfanda
İki esrik ak kuğudur abdest sularında
Kelle sökmeye başlar iman tarlamda
Başak başak ellerim…
Yalan yok, korku yok, kin yok
Döküldü dünyanın ham cümbüşüne
Sonsuza kol atmanın düşleri
Bayrak bayrak ellerim…
Anaç keklik gibi kızgın yatanda
Yüreğimin üstüne üstüne
Besmele göynüğüdür Kur’ân tutanda
Sanki tutmaz öper, dudak ellerim…
Beş vakte yeşeren kutsal orman
Dal budak yaprak ellerim
Vığıl vığıl ışıklarla konuşur
Cümle kötülükten uzak ellerim…
Akşam Olur
Akşam olur mesafeler daralır
Yollar kilitlenir, sesler aydınlık
Bir rüzgâr eser ki türküyle ıslık
Dağlar geçit vermez yolcuya
Burası Anadolu'dur
Mektup yaz
Gün doğar, gün batar balam
Sen uzaksın
Sen uzaksın, gönül ister
Ağlar da avutulmaz
Akşam olur dağlar göbeğime oturur,
İp boğazıma... sesim çıkmaz
Karanlıklar katleder kanım akmaz
Derim, şimdi biri kapımı vurur
Vurmaz
Burası Anadolu'dur
Sen uzaksın
Sen uzaksın, gönül ister
Ağlar da avutulmaz
Yıldızlar kınalı keklikler gibi suya iner
Korkarım ürkütmekten
Zayıfım, gidecek yeri bilmem
Saçların, gözlerin davet eder
Durulmaz
Burası Anadolu'dur
Zaman yorulur gönül yorulmaz
Ama sen
Sen uzaksın
Sen uzaksın balam, gönül özler
Beklerim, beklerim sabah olmaz.
Ay Işığında
Köşeyi dönerken gölgeni gördüm
Yüreğim çarpmaya başladı güm güm
Ey göçmen şiirim, masalım, öyküm
Hep peşinden koşturup duruyorum.
Yettim-yeteceğim derken çağ kuşluk
Bir türlü dolmuyor bu ara boşluk
Başıma vuruyor aşktaki hoşluk
Feleğin çarkını durduruyorum.
Bir kaşık aş ne ki kırk yıllık aca;
İnsansız evlerde tüter mi baca?
Zalim bir oyundur köşe kapmaca,
Her zaman cezayı ben görüyorum.
Şu bağlı bahtımı çözmeyi dene,
Yüreğimle çiftleş, gezmeyi dene;
Vuslat hangi güne, yazmayı dene;
Hep meçhul semtlerde ben yürüyorum.
Gölgen ak zambağa dönüştü birden,
Bir daha geçmedin geçtiğin yerden,
Sen ünlersin diye şu tepelerden
Saatimi kurup ayarlıyorum…
Azıksız Çıkma Yola
Bir nehir geçeceksen, önce soyunmalısın,
Bir dağı çıkacaksan, soluklu olmalısın.
Madem ki niyetlisin, seferin kutlu ola!
Caydırmayı düşünmem, ama derim ki sana:
Azıksız çıkma yola! ...
Seferin savaşaysa sağlam kuşanmalısın
Zaman öyle bir at ki ihmâle vermez mola!
Erkenden daha erken uyan ki kazanasın
Mahmur “biraz daha”lar düğümü çok tuzaktır
Azıksız çıkma yola! ...
Pınarın gözü ise aradığın, sendedir.
Üzengiye sağlam bas, dizgini ele dola!
Güz bahçelerinde gazel toplama, çiçek topla,
Boşa vakit öldürme, yarına kefilin yok
Azıksız çıkma yola! ...
Vuslatsa istediğin, in insanın içine
Ve çarşılarda dolaş Azrail’le kol-kola!
Mezarlığa git düşün, düğünlere git ağla
Kanadın sızlasa da Uhud kadar ağır ol
Azıksız çıkma yola! ...
Öyle bir abdest al ki, su bile sarhoş olsun
Sen yaprak ve çiçek ol, gördüğün kuru dala
Hep gönül şehri onar, kâinata sevgi sun
Her ham söze sağır ol
Azıksız çıkma yola! ...
Nereye gidersen git, heybene gönül doldur
Bir kovan parçalama bir parmak acı bal’a!
Yontuldukça yer kapla ve her zaman güzel kal,
Temiz ol, fazlanı at, eksiğini tamamla
Azıksız çıkma yola! ...
ACI SALKIM
Vakit yaklaşıyor toparlan ahbap
Yarın bir gün bu meydanda talan var
Nasıl olsa görülecek şu hesap,
Sanma bu dünyada baki kalan var!
Nic'oldu ticaret,hani karımız?
Yağmaya gidiyor bütün varımız
Görmesek,şahittir kulaklarımız
Duymasak da kapımızı çalan var
Haramdan bir eksik tartıp helalı
Dengeye getirdik zehirle balı
Has diye yutturduk en sahte malı
Sanki kendimizden başka alan var.
Ne haklı iş tuttuk ne doğru sanat
Ayağa baş dedik,kuyruğa kanat
Komaz yakamızı şol meşhur inat
Ağızda gem,arkamızda palan var.
Bir kuru mantıkla kalmışız yayan
Menzile varır mı yerinde sayan
Bu dünyada ab-ı hayat tatmayan
Beklesin,ahrette kevser falan var.
Bekir Sıtkı'm kalem banıp özüne
Uykuları haram ettin gözüne...
Oysa kim aldanır şair sözüne
Sende dokuz köyden dönmüş yalan var!...
ANILAR DİYARI
Bu şehirdi,benim ilk hasretim bu şehirdi,
Sırdır anılarında hala sır çocukluğum!
Sanki başka bir izden başka bir semte girdi,
Hep böyle şaşkın şaşkın bakınır çocukluğum...
Ne kaybettiyse hep böyle kaybetti bu sersem.
Sırra ihanet olur bundan bir fazla dersem!
Hangi köşe başından önüne çıkıversem
Ağlamaklı bir tavır takınır çocukluğum...
Zor bu düşten kurtuluş,pek dalmasam derine
Ama teğet geçilmez ki eski bayram yerine
Doymaz parmak uçlarım hasret buselerine;
Her şeye tekrar tekrar dokunur çocukluğum...
Ey yakın insanları bu ıraksı diyarın
Beni bileceksiniz sarın çevremi,sarın.
Gözlerini bu şehre açmış tüm yavruların
O saf bakışlarından okunur çocukluğum.
Yüzüm gülümsüyor ya,yeter mutluyum,şenim,
Bırak dere taşmışken ıslansın paçam,yenim.
Şu anda ne geçmişten şikayetim var benim
Ne de geleceklerden yakınır çocukluğum.
Varsın üstüme tek tek kapansın dış kapılar
Kale mahkumu gibi sarsın beni dört duvar
İçimde her anıya açık birer kanat var
Hep o pencerelerden sarkınır çocukluğum...
BİNBİRİNCİ GECE
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...
Aman karanlığı görmesin gözüm!
Beyaz perdeleri, ger yavaş yavaş.
Sıla burcu burcu... ille ocağım!..
Çoluk çocuk hasretinde kucağım...
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur baş ucuma, sor yavaş yavaş.
Güç bela bir bilet aldım gişeden;
Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan!
Hancı n'olur, elindeki şişeden,
Birkaç yudum daha ver yavaş yavaş!
Ben o gece, hem ağladım, hem içtim,
İki gün, diyardan diyara uçtum...
Kayseri yolundan, Niğde'yi geçtim;
Uzaktan göründü, Bor yavaş yavaş...
Garibim; her taraf bana yabancı,
Dertliyim; çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı;
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş...
Bende bir resmi var, yarısı yırtık,
On yıldır evimin kapısı örtük!
Garip, bir de sarhoş oldu mu artık;
Bütün sırlarını der yavaş yavaş...
İşte hancı! ben, her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor, ne ben söyleyim...
Kaldır artık, boş kadehi neyleyim,
Şu bizim hesabı, gör yavaş yavaş...
SESSİZ SENFONİ
Ellerin vardı, sıcak ve masum.
Ellerin, hayal gibi, düş gibi...
O zaman talihime yardı ellerin.
Beyaz bir gecede, iki kuş gibi,
Omzuma nasıl da konardı ellerin?..
Hangi rüzgarlarda şimdi kim bilir?
O değirmen altı, o zümrüt koru,
İlk dörtlü yoncayı bulduğumuz yer,
Ya o çapkın çapkın kestanecikler!...
Hani bir yerleri çimdiklenir hafifçe,
Kanardı ellerin!
Mendilimi sarardım üstüne,
Avcumda sahici bir hasta gibi
İncecik incecik yanardı ellerin!
Bazan kızar hırçınlaşırdı birden;
Ruhumu kaldırır, kaldırır boşlukta,
Oysa bilmez miyim atamazdı!
Geceler sonsuzdu, geceler derin;
Bir şeyler düşünür anlatamazdı
Kahrından kaskatı donardı ellerin!
İnsan, soyununca hissediyor,
Gittikçe katılaştığını yerin!..
Tanıdık bir film geçiyordu gözlerimden,
Gel gör ki, en güzel yerinde,
Ansızın kopardı ellerin!
Sonra, dört yabancı el,
Dört yorgun omuz,
Mezat kapısında bir kuşluk vakti,
Çekince ipini mesafelerin;
Ayak uçlarıma yığıldı sonsuz!..
Bir tünel gerindi sefil, kapkara!
Bir yokluk hıçkıra hıçkıra güldü!
Büyüdü göz çukurları kırık heykellerin!
Böyle bilmediğim uzak yollara,
Beni bırakmasa ne vardı ellerin!
Romanımız, ne kadar güzel başlamıştı,
Ve işte böyle sonu!..
Şimdi, ışıklar sığ,
Gölgeler derin...
Mor sarmaşıklarla örtük balkonu,
Kafur kokusundan, od ağacından,
Dört arşın geceye sardı ellerin…
RUBAİ
Tanrım; acaba sahte mi gözlerdeki nur?
Aldanmadayım her şeye mahmûr mahmûr...
Madem ki ne var, ne yok dünyada, yalan;
KONYA DA
Benim yarim bezden kilim
Dokur Konya`da Konya`da
Bülbül olmuş dertli dilim
Şakır Konya`da Konya`da
Kardeşim kendinden geçmiş
Nur çeşmesinden su içmiş
Hasret kitabını açmış
Okur Konya`da Konya`da
Gurbet ekmek ben katığım
Nişansız düşmüş tetiğim
Yazılmış nüfus kütüğüm
Şükür Konya`da Konya`da
Mevlana`nın sezmediği
Mantıkları çözmediği
Kitapların yazmadığı
Fikir Konya`da Konya`da
Ayrılıktan yemiş tekme
Yakma gurbet onu yakma
Burda gezdiğine bakma
Öyleyse neden hesabı ciddi sorulur?
BACH SONATI
Ne ben sorayım seni
Ne sen beni sor
Soyunmuş seslerimiz tenden
Boşlukta bir aşk örüyor
Ses olmuş duygular
Yaklaşır dalga dalga zamansız
Kavuşsa da seslerimiz birbirine
Biz kavuşamayız
Ne kollarımız var saracak
Ne öpecek dudaklar
Ne görülecek yüzümüz var
Ne görecek göz
Biz aşk örüyoruz boşlukta
Çizgiden soyut
Zerreden öz
AV
Ormanın kuytusunda vurulan geyik
Hayvanlar acınla suskun
Dallar yasınla eğik
Boynuzlarında çizgilerinde gözlerinde
KÖYLÜ KADINLAR
köylü kadınlar
fistanları güllü kadınlar
topraktan doğup da toprağı yoğurandıur onlar
veresiye canlarını doğurandır onlar
köylü kadınlar
fistanları güllü kadınlar
yüzleri güneştir onların yanık
ayakları topraktır onların yarık
doyulmadan güzelliğine
tarlalarda solandırlar
köylü kadınlar
fistanları güllü kadınlar
avcının söndüremediği iyilik
YARI
birşeyler olacak yarın
duruşundan belli
kırdaki atların
bulutların koşuşundan belli
kazışından köstebeklerin toprağı
karıncaların telâşından belli
birşeyler olacak yarın
belki bir tomurcuk
belki bir ağacın düşen yaprağı
belki de bir çocuk
pek o kadar göremesek de uzağı
kuşların uçuşundan belli
birşeyler olacak yarın
öbürgünden önemsiz
yarından önemli
TÜRK-YUNAN ŞİİRİ
sıla derdine düşünce anlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
bir rum şarkısı duyunca gör
gurbet elde istanbul çocuğunu
türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz
olmuşuz kanlı bıçaklı
yine de bir sevgidir içimizde
böyle barış günlerinde saklı
bir soyun kanı olmasın varsın
damarlarımızda akan kan
içimizde şu deli rüzgâr
bir havadan
Bu yağmurla cömert
bu güneşle sıcak
gönlümüzden bahar dolusu kopan
iyilikler kucak kucak
bu sudan bu tattandır ikimizde de günah
bütün içkiler gibi zararı kadar leziz
bir iklimin meyvasından sızdırılmış
bir içkidir kötülüklerimiz
aramızda bir mavi büyü
bir sıcak deniz
kıyılarında birbirinden güzel
iki milletiz
bizimle dirilecek bir gün
Ege'nin altın çağı
yanıp yarının ateşinden
eskinin ocağı
önce bir kahkaha çalınır kulağına
sonra rum şiveli türkçeler
o Boğaz'dan söz eder
sen rakıyı hatırlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu
sıla derdine düşünce anlarsın
PÜLÜMÜRÜN YAŞSIZ KADINI
Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü
bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk
yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin
zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim
MAĞARA
mağaranın duvarına
hayvanları taştan oydum
kükrediler karanlıkta
türkülerle karşı koydum
karanlıktı mağara
ışığı taştan oydum
üşüyordum
bir de güneş koydum
aşk oydum mağaranın duvarına
aşk oydum
ağrıdı taşlar
SINIR
dur yolcu bura sınır
yabandır yasaktır ötesi
çiçeklerden seçemezsin
kokuları renkleri bir bir
kuşdan pasaport sorulmaz
gümrüksüz geçer yüküyle karınca
dur yolcu bura sınır
sen geçemezsin
dereye bakma durmaz akar
öteden de içer ceylan bu suyu
dur yolcu bura sınır
sen geçemezsin
dur yolcu bura sınır
ne çizili ne yazılı
geçemezsin yine de silemezsin
içinde kazılı
yarıldı mağara